25 Nisan 2012 Çarşamba

sivilce

Elini alnına götürdü. İşaret parmağının ucuyla yokladı, yine aynı yerde duruyordu. Hissettiği bu tümseğin üzerinde gezindi bir süre eli, yerini iyice kavradı; tırnağıyla, tırnağının bitiştiği etinin arasına alıp belirginleştirmeye çalıştı varlığını. Orada oluşuna tahammül edemiyordu. Canı yanmasa yükselmeye başladığı sınırdan itibaren, tırnağıyla kesip atmak istiyordu onu yüzünden. Ama canı bir yanmasa. Rahatsızlığı, elinin sürekli o noktada gezinmesinde belliydi.


- Elleyip durma, koparacaksın! Diye bağırdı ses. Kızarttın yüzünü.

Duymamış gibi davrandı. Tahammülsüz hareketlerle dokundu yüzüne. Hareketlerindeki tahammülsüzlük sinirle iş birliği yaptı daha sonra. Gidiş gelişleri hızlandı parmaklarının. Söküp atmak istediği yüzündeki sivilce değil de tüm dünyanın yüküydü sanki. İçinde sinsice çöreklenmiş, davetsiz misafir gibi ortaya yere kurulmuş, saklamak istedikçe bulunduğu köşeden arsızca fısıltılarda bulunan, görmemezlikten geldikçe şuh kahkahalar atan kural tanımaz bir kadının cüretkarlığı gibi kendini belli eden zaafları, yanılgılarıydı sanki söküp atmak istediği.

İçinde fırtınalar estiren yanlarını, kalın örtülere saklamaya çalışsa da şeffaflık kendine bir yol buluyordu hep. Saklanmaya çalıştığı siyahlıklar ve koyuluklar sonunda şeffaflığın istilasına uğruyor, onun cezbesi ile kendilerinden geçip, o şeffaflığa teslim ediyordu kesifliğini. O öylece tedirginlikleriyle, çaresizliğiyle örtüsüz kalıveriyordu. Kendine acıyordu en çok. Çabaladıkça kendi balçığına biraz daha saplanıyordu.

- Oynama dedim şu sivilceyle! Kanatacaksın şimdi.

Oynadıkça büyüyen bir sivilcenin hikayesine benziyordu hikayesi.

- Kendi haline bıraksan zamanla geçecek oysa. Git başka bir şeylerle meşgul ol.

“Kendi haline bırakmak” dedi “Kendi haline bırakmak ne kadar zor bazen…”

24 Nisan 2012 Salı

2 Ekim 2011 Pazar

sükunet dolu bir seste hüznün ağırlanışı...

22 Temmuz 2011 Cuma



çok şeritli yollarda tek kişilik yolculuk yapmak gibi hayat.sustuklarında yer bulur insanın yalnızlığı ama söylenmemiş kelimeleri gibi duyulmaz çoğu zaman.

16 Temmuz 2011 Cumartesi

8 Temmuz 2011 Cuma

28 Ekim 2010 Perşembe

“Nefes alamıyorum” dedi.
Yaşam kaynağını,oksijenini yitirmiş birinin havasızlıktan boğulması gibi.
Dışarıdaki fırtınaya rağmen sönmedi içindeki yangın. Kilometrelerce koşabilirdi şimdi. Göğsünü rüzgara, soğuğa verip bir yere varma kaygısı gütmeden koşabilirdi. Ve koşunun bittiği yerde tenini yakan soğuğa rağmen içindeki yangınla ölebilirdi.

“Nefes alamıyorum!..”

Oysa ne büyük yanılgı: içinden sökülüp giden şeyin boşluğunu son sürat savurduğu koşar adımlarıyla kapatabileceği düşüncesi. Koşu bir avuntu sadece. Hareketsizliğin daha da çok kanattığı yaralarına.

“Nefes alamıyorum!”
“Geçer. Camı açalım eğer üşümüyorsan. Bak, kavak ağaçları, sana merhaba diyorlar.”
“Onlara bakan gözümün diğerini kaybettim ben. Sen bu yaranın acısını bilir misin?.. Şimdi nereye baksam yarım benim için.”
“Geçer!”
“Geçmez, alışırız sadece.”

web page counters