28 Ekim 2010 Perşembe

“Nefes alamıyorum” dedi.
Yaşam kaynağını,oksijenini yitirmiş birinin havasızlıktan boğulması gibi.
Dışarıdaki fırtınaya rağmen sönmedi içindeki yangın. Kilometrelerce koşabilirdi şimdi. Göğsünü rüzgara, soğuğa verip bir yere varma kaygısı gütmeden koşabilirdi. Ve koşunun bittiği yerde tenini yakan soğuğa rağmen içindeki yangınla ölebilirdi.

“Nefes alamıyorum!..”

Oysa ne büyük yanılgı: içinden sökülüp giden şeyin boşluğunu son sürat savurduğu koşar adımlarıyla kapatabileceği düşüncesi. Koşu bir avuntu sadece. Hareketsizliğin daha da çok kanattığı yaralarına.

“Nefes alamıyorum!”
“Geçer. Camı açalım eğer üşümüyorsan. Bak, kavak ağaçları, sana merhaba diyorlar.”
“Onlara bakan gözümün diğerini kaybettim ben. Sen bu yaranın acısını bilir misin?.. Şimdi nereye baksam yarım benim için.”
“Geçer!”
“Geçmez, alışırız sadece.”

16 Eylül 2010 Perşembe

19 Ağustos 2010 Perşembe

keşf-i kelimât 4

ÖZLEMEK:
yakınında istenilenin, boşluğuna bakmaktır. o boşlukta hüzün, umut, sabır büyütmektir. onun gurbetine düşmektir. dinlenilen şarkının, okunulan şiirin, günbatımlarının, bünyeye iki kat tesir etmesidir.
özlemek, alışmışlık perdesini kaldırıp, yokluğunda var olanı hissetmektir.

GECE: nesneleri ve renkleri saklarken koynunda, geceye düşen her düşünce ve duygu daha ağır çeker gündüzdekinden.


BEKLEMEK: sabrın kucağında büyür.
umut öldüğündeyse, kapılarını kapatmıştır artık. çünkü umuttur onu yeni günün ışığına ulaştıran.

ERTELEMEK: "kendini kandırma"nın, değişik harflerle kelimeleşmiş hali.
en çok ertelediklerine geç kalıyor insan.
ertelemek omuzdaki ağrılıkları biriktirerek çoğaltmak. zihni, ertelenmiş cümlelerin, işlerin, gülümsemelerin, yolların hamalı yapmak. oysa fiillerin akışında zihnin huzuru, omuzların rahatlaması ve yaşamın bereketlenmesi.
ertelemek, fiillerin yapay bir felce tutulması. hayatı teğet geçmek ve içine girememek.

ÜZGÜNÜM: sahne kapanıp, kelimelerin ve fiillerin yürüyeceği yollar bittiğinde, dudaklarımızın arasından olayların içine eğretilikle dökülen kelimelerden biri.
yetişilmemiş anların boşluğunu telafiye yetmeyen, pişmanlıkları -alışılagelmişlikler hanesine yazarak- kabullenmeye çalışırken büyüten , çaresizliğin kimlik değiştirerek büründüğü kelimelerden. yapılan yanlışın ya da yapılmayarak çoğalan eksikliğin değerini, tesirini fark ederek ortaya çıkan acıyla ve onun yoğunluğuyla telafi etme çabası. oysaki bu değerin, etkinin oluşturduğu yıkımı düzeltici, onarıcı, ayağa kaldırıcı gücü olmayan kelimelerden.

geç kalmış bir fark edeşin, etkisiz elemanlı/anlamlı kelimesi.

BEDEL: tercihlerimizin eteklerinin kıvrımlarına saklanarak girer hayatımıza kimi zaman. nimetler, külfetlerini de taşır ya yanında. yeni bir yol, alışmanın sancısını; bilgi sahibi olmak, sorumluluğun ağırlığını; yemek yemek, boşaltım sisteminin hareketini; yürümek, yorulmayı getirir peşi sıra.
hayattaki tercihlerimizi oylarken, eteklerinin kıvrımlarındaki bedellerini de davet ederiz kendimize. insanoğlu bunu bazen idrak eder, bazen edemez. basiret ve feraset bu bütünü gösteren dürbünler olsa gerek. ve her bedel öğrettikleriyle insan yanlarımızı geliştirir aslında. belki biraz daha sert bir terbiye yöntemiyle.

6 Temmuz 2010 Salı

uzun ince bir yol


Hep bir ilerleyişti, başladığımdan beri! Geç fark etsem de, hiç durmamıştı, biliyorum. Karşıma çıkan işaretlerden anladım bunu.

Gözlerimi ne zaman kullanmaya başladım farkında değilim, aslında bu düşünmeye ne zaman başladığımla da alakalıydı. Gördüklerimi düşüncemde hazmetmeyi nasıl öğrenmiştim, bütün bu bağlantılar birbirine ne zaman tutunmaya başlamıştı bilmiyorum. Dışarısını keşfettiğimde - ayaklarım vardı çünkü aynı zamanda ve de ellerim, yürüyor, koşuyor, dokunabiliyordum.- izlemeye başlamıştım zaten her şeyi. Kimse izle dememişti. Sanki ben hep izliyordum. Gözlerimi ne zaman kullanmaya başladım farkında değilim. Düşünmeye ne zaman başladığımın farkında olmadığım gibi.

Günbatımları vardı. Onlar hep oradaydı. Gözlerim her akşam onlara değerken, gökteki yıldızları izlerken, tanıdığım nesneler çoğalırken, bahçemden –ki bi bahçem vardı artık- laleler bir bir geçip giderken, kediciklerim doğup büyürken, yaşayıp ölürken, kolumdaki saatim her an tik-tak’larken, eskiyip bozulurken, sonra yenilenirken, haftalar vardı ve ben her hafta tırnaklarımı keserken, yollarda ayak izlerim çoğalırken, yeryüzünün havası ciğerlerime uğrayıp sonra terk ederken, zihnimde türlü türlü düşünceler konaklarken, kalbim atmaya devam ederken; durduğunu hiç görmedim. Hep bir ilerleyişti, başladığımdan beri. Üstelik farkında değildim çoğu zaman. Gezegenimiz, üzerinde bizi taşırken, hareket ettiğimizi anlamıyoruz ya hani! Oysa yorulmayan bir atlı karınca gibi dönüyor sürekli, dönüyoruz onunla bizde sürekli. Dönerken gidiyoruz, giderken dönüyoruz. Bu da öyleydi sanki biraz. Her şey akıp gidiyordu ve farkında olamıyordum. Her şey akıp giderken, gittiğimin; giderken, her şeyin akıp gittiğinin. Oysa hiç durmak yoktu. Hep başkalaşıyor, yer değiştiriyor, hareket ediyor, halden hale uğruyordu içinde bulunduğum yaşam denilen şey. İçinden geçtiğim hiçbir ana geri dönme imkanım yoktu. Terk ettiğimiz mahalleler, insanlar geri döndüğümüzde aynı olmuyordu, aynı olmayacaktı.

Yolda olmanın adı yaşamaktı, insan yolda olduğunu bilmese de. İçinde bulunduğumuz kalabalığın hacmi ne kadar büyük olursa olsun, tek başına sürdürülen bir yolculuk. Bu kadar cesur ve de kesin tavırlı nasıl olabilmiştim diye sormadım hiç. Çünkü bu yola çıkmak için tercihlerimi oyladığımı ya da “hadi başlıyoruz” dediğimi hatırlamadım hiç. Kendimi bildiğimde –ki bu bilmek dereceli ve süreklilik arz eden bir şey- yoldaydım zaten.

Yan yana, önlü arkalı insanlarla birlikte yol alıyorduk çoğu zaman. Birlikte olmak, tek başınalığımızı alamadı bizden. En çok gece bohçasını serdiğinde ya da acılar yanı başımıza sokulduğunda anlaşılıyordu bu. Kalbimizle aramıza giren sadece O vardı. Öyle diyordu. Öyle olduğuna inanmıştım. Bu inanış bilmek gibiydi. İnsan sadece gözleriyle görmezmiş meğer.

Yanımızda olan uzağımıza düşebiliyordu bu yolda. Ya da tamamen terk edebiliyordu yolu. Uzağımızdakinin yanımıza düşüverdiği gibi. Sürekli değişiyordu yüzler, isimler. Bir varmış, bir yokmuş diyerek sürekli yeni hikayeler yazılmaya devam ediyordu. Çarpıyorduk yeni kimselere, onların hayatlarına dokunuyor, onlarla birlikte adımlıyorduk yolu tek başınalığımızda. Hayatımıza giren insanların hayatlarımıza uğramasından çok, duygularımıza uğraması bizde kalıcı iz bırakıyordu.

Hiçbir şeyi ellerimde tutamazken, bağlanmak, sevmek, istemek, devamlılığı arzu etmek, varlığımızın bir tarafında hep demirbaş oluyordu. Eşyalar/varlıklar gelip gitseler de önümüzden, hislerin ömrü daha uzun oluyordu. Eşyalar/varlıklar sanrılardan oluşsalar da bazen, hisler hiç taklit yapmıyor, hep gerçek kalıyordu. Hafızalarımıza girenlerden çok, kalbimize girenler yol alıyordu bizimle.

Yürürken nerede olduğumuzdan çok, nereye adım atacağımızla ilgileniyorduk sanki. Bilinmezlik bizi hep kendine çağırıyordu. Ulaşılmamışlıklar, yelken açmak için tahrik ediyordu meraklarımızı. Ve bu yüzden belki de, en çok yarım bırakılmış anlar ve duygularda kalıyordu arayışlarımız. Yaşanmamışlıklar ve olsaydılar üzerinde duruyor özlemlerimiz, hayallerimiz. Bitirilmemiş hikayelerin finallerini yazıyorduk hayal denen ülkemizde. Boşluğumuzun yüzü, onların doldurmadığı yer oluyordu. Bir yanımız hep yarım kalıyordu ve üşütüyordu ayazlarda.

Bir ismin etrafında dolanıyorduk belki. Yeni bir şehrin ufuklarını arıyorduk ya da. Yıllanmış yinelerden sıyrılıp, yenilerin ardına düşüyorduk. Gidilmemiş yolların taşına toprağına yakıyorduk türkülerimizi. Ya da ortasında çekip gidilen bir anın, sustuğu dakikalarına hayat vermeye çalışıyorduk. Cesaretsizliğimizden zorlayamadığımız kapıların ardını düşlüyorduk. Belkilerin ardına sığınıyorduk. Açılabilme ihtimalini öğrenemediğimiz kapılar büyütüyordu yarım kalmışlığımızı. Hayat yaşadıklarımızdan çok yaşanmamışlıklarında dolaştırıyordu bizi. Düşünce en çok onları konuk ediyor ve kalb bu belirsiz siluetlere ağlıyordu. Tamamlanmamış tarafımızda şifasını yitiriyordu ruhlarımız.

Tek başınalığımız öylesine aşikarken, anlaşılmak, kelimelerden kurduğumuz şehirlerimizde bilinmek istiyorduk. Meydanlarımızın, en ıssız sokaklarımızın, patikalarımızın bilinmesini istiyorduk. Yol arkadaşlarına ihtiyacımız bundan mıydı? Kimi zaman kendimize karşı onu “eş” diye adlandırışımız? Arayışımız. Varlığımızı başkalarının varlığında hissetmeye çalışmak mıydı bu? Bildiklerimizi başka ağızlardan duyarak pekiştirmek, onları başka gözlerde görerek, varlığına bir kez daha inanmak. Kendi sesine alışarak bazen duyamıyordu insan. Farklı bir nefesten, hayatın soluğunu duymak istiyordu. Başkasının dokunuşlarında varlığını hissediyordu. Kelimelerime, ellerime, düşlerime dokun ki onların var olduğuna bir kez daha inanayım dercesine. Yürüyüşlerime dokun ki düşmeyeyim. Oysa biliyorum ki varlığını görmek/hissetmek bana iyi gelecek olsa da, çözmeye yetmeyecek eksikliğimizi tamamlamaya. Çünkü “işte bitti” diyebileceğimiz hiçbir sokak konulmamıştı bu yolda önümüze. Ulaşılan her şeyin ardında başka bir tamamlanmamışlık tutuyordu elimizden. Özlemek kanserli bir hücre gibi sürekli çoğalıyor hayatlarımızda. Öğrendiklerimiz ve tanıdıklarımız doymaya yetmiyor ve ardı sıra bakan gözlerime aldırış etmeden çıkıp gidiyorlar hayatımdan. Ellerim hiç birini tutmaya yaramıyor.
Bütün bu süreçte kalbim “ötelerin” anlamını bir rahim gibi şekillendirip büyütüyor içinde. Oraya her baktığımda ötelerden haber veren bir işaret, bir ispat, bir harita ses veriyor adeta. Peşine düşüyorum.
Bakışlarına ötelerin ufku düşmüş yol arkadaşlarıma da rastlama ümidiyle..

3 Haziran 2010 Perşembe

plastik çiçek

Yapraklarını dökmüyorsun temizlediğim evime. Sana su vermek gibi sorumluluklarım olmuyor. Toprağını yenilemek, güneşe çıkarmak gibi. Üstelik hep açmış oluyorsun, hiç solmuyorsun, rengarenk duruyorsun köşende. Kurumuş yapraklarını temizlemek gibi bir uğraş vermiyorsun bana. Tomurcuksun, açmışsın. Sadece yaprak olmuyorsun hiç.

Hayatımı süslediğini zannediyorsun. Hayatımı kolaylaştırdığını. Tozlanıyorsun oysa. Eskiyorsun. Yenilenmiyorsun. Oysa çiçekler yenilenir. Oysa çiçekler hayatlanır. Mevsimlerden haber vermiyorsun, çünkü hep aynısın bana. Hep aynısın ve kavuşmak nedir, ayrılmak nedir hissettirmiyorsun bana. Hiç değişmeden, hep varsın. Renklerin değişmiyor günaşırı. Kırmızının çiçeklerinde bereketlenerek çoğalmasını, sonra yavaş yavaş açık tonlar giymesini, solgunlaşmasını göstermiyorsun. Yapraklarının toyluğu, olgunluğu ve nihayeti olmuyor. Bir tomurcuk nasıl çiçekleşir öğretmiyorsun bana. Hayattan haber vermiyorsun. Akşam güneşinin üzerine vurması renklerini alıyor senden, fayda vermiyor sana. O kızıllıkla beraber oynaşmıyor, cilveleşmiyorsun. Suya düşmansın. Üzerine dokunan her damlada ıslaklaşıyorsun. Oysa çiçekler su ile dinçleşir. Sen eriyorsun. Baharları hatırlatan bir kokun yok. Hep plastik bakıyor, plastik kokuyorsun. Sana bakarken zambaklar, laleler, güller kaybediyor kokularını. Kokularını bilmediğimiz çiçeklerle tanış oluyoruz, ne acı. Hep verdiğini sanıyorsun, olgunlaşmış duruşunla. Oysa aynılığında, durağanlığında, hareketsizliğinde kayboluyorsun. Bir çiçeğin anlamını hayatlarımızdan alıyorsun. Toprak nasıl besler göstermiyorsun. Toprak nasıl yardım eder hayata. Hiç toprak değdi mi köklerine? Hiç hissettin mi toprağın dokunuşunu? Senin köklerinin anlamı ne?

Zahmeti olmayan güzellikler istiyoruz. Aşaması olmayan mükemmellikler. Bitişleri olmayan başlangıçlar. Ayrılığı olmayan kavuşmalar. Ve sonra plastik kokuyor her şey. Plastikleşiyoruz. Unutuyoruz yola çıkmanın, yolda olmanın, başlangıcın, bitişin anlamını.

23 Mayıs 2010 Pazar


yoruldum..
umutlarımı taşımak çok zor şimdi..

15 Mayıs 2010 Cumartesi

keşf-i kelimât (3)

ev: göçebeliğe son veren nokta. göçebeliğin "sürekli alışma" fiilinden arındırır insanı. evdeyken, bilinenin üzerine işlenir zaman. tanınmayanı tanıtma gayretini yaşamaz insan. her konunun ellerinden tutabilir geçmiş. bir cümle bağlantısını atarak geçmişe, güldürebilir yüzleri. ev, size alışmış olan ve sizin alıştığınızdır biraz, içindekileriyle .
en nihayetinde her ev de bir misafirhanedir aslında, dünyada en iyi soluklanılan.


sıkıntı: halden hale uğrayan insanın, duraklarından biri.
davetsiz gelir.
iradenin dışında konaklar bünyede. daraltır.
insanın elinde tuttuğu her şeyin anlamı aynıdır şimdi: avuntu.

bir şehri bırakmak: o şehre dair alışkanlıkları hançer yapıp, yüreğe saplamaktır, nöbetler halinde.


uzağı yakın etmek: sıkıntılar sokulurken yamaçlara, yol vermez uzaklıklar. işte ihlasla edilen bir duadır böyle zamanda, uzakları yakın eden.

yakını uzak etmek: uzun susuşlarla örülen mesafe.

umut: hayatın "olmamışlar" yönüne atılan olta. olmamışları tutup, olur kılmak için.
ilahi bir güce yaslandığında, çoğalan; hayatın kurumuş damarlarına kan pompalayan etken.


anı:
çoğaldıkça yaşlandığını hatırlatır insana.
yaşanması zor olan bir kenti yaşanılır kılar ve hatta sevdirir bir zaman sonra.
çok basit bir nesneye, farklı anlamlar, değerler yüklemenizi sağlar çağrışımlarıyla.
olmadık bir anda, olmadık insanlar içinde hüzünlendirir ve güldürebilir de akla gelmesiyle.
insanın haritası gibi de sayılır. yürünmüş bu yollar, yeni yolları nasıl yüreyeceğinize yön verir ve kayboluşlarda yerinizi bulmanıza yardımcı olabilir.

anılar çoğaldıkça, anılardaki insanlar azalır dünyada, bir zaman sonra...

vesvese: önemsenmek ister, tırmalar durur aklımızın zaaflı kısmını. önemsendikçe beslenir, büyür, gelişir. zararsız bir düşünceyken, hareketlerde şekillenir şimdi.

kapımızı çaldığında, evde yoklar denilmesi gereken.

vicdan: vicdan, hayat boyu işlerliği olan ve kullandım bitti diyemeyeceğimiz şey. hadiselerimizin mihenk taşı. insanın tercihlerini geçirdiği süzek. ibrenin hep doğruyu gösterip, yanlışları ayıkladığı yer.

hata: ruh düşmesi.
kanayan, dizler değildir bu sefer.

çizgi: insan yüzündeki hali: yaşanmış bir ömrün haritası.
kalem tutmayı yeni öğrenmiş bir çocuğun defterindeki hali: emek ve başarı.
gökyüzü ve yeryüzünün arasına konulmuş hali: ufuk
farklılıkların arasına çekilmiş hali: sınır

hislerde yanılmak: hisler taklit yapmazlar. numarasızdır onlar. kanarken gerçekten kanarsınız. severken, mutluyken, coşkuluyken bunu gerçekten yaşarsınız. yanılgı, insanın düşüncelerinde başlar. düşünce sanrıları ürettikçe, hisler tutunduğu sanrılarda büyür, gelişir,yaşar. tüm katıksızlığı ve inanmışlığıyla.
insan da en fazla buna yanar.

6 Nisan 2010 Salı

keşf-i kelimât (2)


DİBE VURMAK : insan kendini bazen dibe vurduğunda bulur. anlar ki bunun öncesi sadece gölge ve serapmış. kendini alıp çıkmayı başarırsa, dibe vurmak: acı bir ilaç gibidir.

YETİŞEMEMEK: her şey o kadar hızlı değişiyor ki, elime aldıklarım bir zaman sonra eskimiş oluyor. giysiler, mobilyalar, mekanlar, olaylar. hızın popülerleştiği bir zamanda, hiçbir şeye yetişemiyorum. bir adım gerisinde kalıyorum bana sunulanların. tam önüme koyulanlara ulaştım derken, bir yenisi icat ediliyor. onu bırakıp bu yeni koşunun ardına düşüyorum, tam ulaştım derken, bir yenisi, bir yenisi ve bir yenisi daha. bu koşu hiç bitmiyor. ellerim hep boş ve kalbim hep tatminsiz. sahip olduklarım mutlu etmiyor. her şey kullanılmadan eskiyor adeta. alışamadan ellerimdekine, buz gibi bir yabancılık doldururken aramızı, çürüyor her şey. cazibesini yitiriyor renkler. ayaklar yorgun, kalb gıdasız, koşu ise olabildiğine uzun. baştan kaybedilmiş bir yarışın, yorgun savaşçılarıyız. amaçlarını şaşırmış, gölgelerle mücadele eden savaşçısı. yetişmenin mümkün olmadığını anlayacak boşluk bırakılmıyor bu hızda. her şeyden çabuk sıkılan mızmız çocuklara dönüşüyor halimiz. kalbimin hirasını bulmaya ihtiyacı var oysa. durup nefeslenmeye. hira, kendini bulma yolundaki insanın uğraması gereken ne güzel bir durak. kendine yetişen, ulaşan; yol almaya başlamış demektir.

SINANMAK: kelimelerin ağırlığı bundandır. çünkü insan en çok söylediklerinden sınanır.


KİTAP KAPAĞI: kitabın örtüsü. içinde barınan mahremiyetin, muhafızı. ilk açılış ile dökülmeye başlar sırlar.

bir kale duvarı. keşfedilmeyi bekleyen şehrin surları gibi. kaşifini davet eder şehrine.

KİTAP: misafiperver bir ev sahibi.sahip olduklarının tümünü sunmaya hazır. cömertliğinden istifade etmek, ceplerimizin büyüklüğüyle doğru orantılı.


KALEM: terzinin elindeki iğne gibi. düşünceyi diker harflere, şekillere.

KAĞIT: hep bekler.
bomboş yüzeyinde, kalemin nakışlarını.
nakışlanmış yüzeyinde, gözlerin merakını.
üzerine bırakılan emaneti taşır, sadık bir emektar gibi.

CÜMLE: düşüncenin elbisesi.
d.d.

12 Mart 2010 Cuma

KEŞF-İ KELİMÂT


HÜZÜN: göz, içine giren bir toz parçasını kaldıramaz ya hani... bunun gibi biraz.
kalbe dokunanların ağırlığının artması gibi.. rastlanan bir şiir mısrasının keskinliğinin daha da bilenmesidir hüzün. her gün dinlenen şarkının, tahammül edilmez olduğu andır hüzün. "nasılsın?" sorusunun yüreği daha da hassaslaştırdığı cevapsızlığıdır hüzün. absürt bir filmin karşısına geçip, zihni meşgul etmenin adıdır hüzün. kalbe dokunanların ağırlığının arttığı andır hüzün. bazen böyle bir şeydir.

PENCEREYE DÜŞEN AY: ansızın çıkıp gelen dost gibidir.
uzakta ki yakınları hatırlatır. aradaki mesafeye rağmen, aynı yere bakıyor olabilir miyiz diye.

OTOGAR: gidiş-gelişler arasında, visal ve firakın ağırlandığı yer. her ikisinde de gözyaşı vardır bazen.

NEREYE BAKSAM HÜZÜN VAR: koyu bir hüznün rengine sarındı kalbim. şimdi neye dokunsam, herşey o renge boyanıyor.


AYRILIK: yarım kalmaktır.
anıların üstüne, yenilerinin eklenmemesidir.
sofradan bir tabağın eksilmesidir. portmantodaki kalabağın azalmasıdır. aşinası olunan sese, kulağın; yüze, gözün; espriye, tebessümün; anlatıma, düşüncenin yetim kalmasıdır. eksilenlerle birlikte yürekteki özlemin çoğalmasıdır.
dünyanın fani olduğunu hatırlatandır.

DÜĞÜM: bazen düşüncedeki, bazen de olaylardaki çıkışsızlıktır. önünü göremeyen insanı zorlar. yolların karıştığı, adımların zayıfladığı andır. insan olmanın bir aşamasıdır belki de. teslim olmaktan başka çare var mıdır, zamanın yaratıcısına? "bu da geçer ya huu" demenin anıdır


GECE: sesler yavaş yavaş sustuğunda, gürültüye saklanmış düşünceler ortaya çıkar şimdi. zihnimin uzun koridorlarında koşturur hepsi. hüzün bulaşığı kelimelerin ayak izleri vardır gecede.

HÜZÜN ŞEHRİ: içinde saatleri fazla olan bekleyişleri barındırmıştır.
bir şiirin en can alıcı mısrasında konaklamak gibidir. gidenleriyle kocaman bir boşluğu yaşatır. en fazla umut ölür bu şehirlerde. ne gariptir ki yine en fazla umut büyütülür.
alkol gibi; kurtulmak istedikçe saplanırsınız sanki.
en fazla şey öğretir bu şehirler. en çabuk büyütür insanı. dakikaları çoğaltır. özlemleri çoğalttığı gibi.

GEÇ KALMAK: karşılık beklenen, tamamlanması gereken anlarda, orada olamamak.
o noktaya ulaşıldığında ise -su gibi akar ya herşey- o an, o an değildir artık. o anlam, o anlam değildir; siz bir yerlerden başlamaya çalışsanız da.
yakıcı bir pişmanlığı bırakır kimi zaman yüreğimize

VAZGEÇMEK: yakınında tuttuğunu; uzaklara, olmazlara bırakmak,salmak.

25 Şubat 2010 Perşembe


Bırakılmışım buraya.. sessizlikten, karanlıktan, hareketsizlikten, değişimsizlikten çıkarılıp. Ve yolculuk kadar kurulmuş saatler. Saliselerden gemilerle yüzüyorum zaman denizinde. Yüzmeyi biliyor muyum? Yol azığım var mıydı benim? Yol işaretlerini kaybetmiş bir seyyahın gözlerinden dökülür kalbinin sızısı. O sızı ben miyim? Bu uçsuz bucaksız çöl ve deniz; çıkış yok sınırlarından, beni yutar mı, kucaklar mı? Her şeye her an, bunca masraf yapılırken, bu yok oluş niye? Kocaman bir nehrin içinde yüzen bu varlıklar, kalbimin parçalarını peşine takıp neden akar? Lime lime olmuş bir kalbe, ev sahipliği yapmak ne acı. Akıl ipinden örülmüş urganlarla aşarken dağları, ellerimi kesiyor geçmişin eyvahları, geleceğin soruları. Şimdi bu ip, uğursuz bir alet gibi acıtıyor canımı. soruların işgal ettiği bir coğrafyadır zihnim. Çıkmaz sokaklarında can verir, en insan yanlarım. Düşüncemin bana bu oyunu neden? Bunca anlamsızlığın içinde, her nesnede bir anlam arayışı ? Bunca terk edişin içinde, her şeyle alaka kuruşu neden? Bunca bilinmezlikler içinde, her şeyi bilmek isteyişi neden? burada oluşum, yolculuk neden? Ellerim, ayaklarım, gözlerim, kulaklarım, hislerim, aklım. Sahip olduklarımın farklılığı niye diğerlerinden?

Saliselerden gemilerle yüzüyorum zaman denizinde. Yabancısı olduğum yolların haritasızlığında kaybolmuş yarın? Kayboluşlarda artan kuşkular, hırslar, mücadeleler; içimdeki yapbozun parçasını sunmuyor bana.

Soruları sorduran kim? Bilinmezliklerin hazinesini açacak anahtar kimde? Bu çöl ve denizin kâşifi? Bu yapbozun parçası kimde? :

Ve Zamanın katlarını yırtarak gelen bu ses, dalga dalga dokunuyor etrafa. Elinde tuttuğun buyrukla, anlamlarına bürünüyor varlıklar. Açılıyor mühürler. Adresleri yazılıyor coğrafyaların. Sorular azat oluyor cevapsızlıktan. Gitmeler vuslata çıkıyor. Varlıkları kuşatan başkalaşmalar, çokluklar, değişimler, gelişler, gidişler, farklılıklar, benzerlikler aydınlanıyor karanlıklarından. Düşünce merdiven.

Mekke mihrabın, Medine minberin. İmamı olmuşsun yeryüzü mescidinin. Vahyin ilancısı hz. Muhammed(sav). Doğum günün bütün varlığa kutlu olsun.

10 Şubat 2010 Çarşamba

13 Ocak 2010 Çarşamba

1 Ocak 2010 Cuma

web page counters