6 Temmuz 2010 Salı

uzun ince bir yol


Hep bir ilerleyişti, başladığımdan beri! Geç fark etsem de, hiç durmamıştı, biliyorum. Karşıma çıkan işaretlerden anladım bunu.

Gözlerimi ne zaman kullanmaya başladım farkında değilim, aslında bu düşünmeye ne zaman başladığımla da alakalıydı. Gördüklerimi düşüncemde hazmetmeyi nasıl öğrenmiştim, bütün bu bağlantılar birbirine ne zaman tutunmaya başlamıştı bilmiyorum. Dışarısını keşfettiğimde - ayaklarım vardı çünkü aynı zamanda ve de ellerim, yürüyor, koşuyor, dokunabiliyordum.- izlemeye başlamıştım zaten her şeyi. Kimse izle dememişti. Sanki ben hep izliyordum. Gözlerimi ne zaman kullanmaya başladım farkında değilim. Düşünmeye ne zaman başladığımın farkında olmadığım gibi.

Günbatımları vardı. Onlar hep oradaydı. Gözlerim her akşam onlara değerken, gökteki yıldızları izlerken, tanıdığım nesneler çoğalırken, bahçemden –ki bi bahçem vardı artık- laleler bir bir geçip giderken, kediciklerim doğup büyürken, yaşayıp ölürken, kolumdaki saatim her an tik-tak’larken, eskiyip bozulurken, sonra yenilenirken, haftalar vardı ve ben her hafta tırnaklarımı keserken, yollarda ayak izlerim çoğalırken, yeryüzünün havası ciğerlerime uğrayıp sonra terk ederken, zihnimde türlü türlü düşünceler konaklarken, kalbim atmaya devam ederken; durduğunu hiç görmedim. Hep bir ilerleyişti, başladığımdan beri. Üstelik farkında değildim çoğu zaman. Gezegenimiz, üzerinde bizi taşırken, hareket ettiğimizi anlamıyoruz ya hani! Oysa yorulmayan bir atlı karınca gibi dönüyor sürekli, dönüyoruz onunla bizde sürekli. Dönerken gidiyoruz, giderken dönüyoruz. Bu da öyleydi sanki biraz. Her şey akıp gidiyordu ve farkında olamıyordum. Her şey akıp giderken, gittiğimin; giderken, her şeyin akıp gittiğinin. Oysa hiç durmak yoktu. Hep başkalaşıyor, yer değiştiriyor, hareket ediyor, halden hale uğruyordu içinde bulunduğum yaşam denilen şey. İçinden geçtiğim hiçbir ana geri dönme imkanım yoktu. Terk ettiğimiz mahalleler, insanlar geri döndüğümüzde aynı olmuyordu, aynı olmayacaktı.

Yolda olmanın adı yaşamaktı, insan yolda olduğunu bilmese de. İçinde bulunduğumuz kalabalığın hacmi ne kadar büyük olursa olsun, tek başına sürdürülen bir yolculuk. Bu kadar cesur ve de kesin tavırlı nasıl olabilmiştim diye sormadım hiç. Çünkü bu yola çıkmak için tercihlerimi oyladığımı ya da “hadi başlıyoruz” dediğimi hatırlamadım hiç. Kendimi bildiğimde –ki bu bilmek dereceli ve süreklilik arz eden bir şey- yoldaydım zaten.

Yan yana, önlü arkalı insanlarla birlikte yol alıyorduk çoğu zaman. Birlikte olmak, tek başınalığımızı alamadı bizden. En çok gece bohçasını serdiğinde ya da acılar yanı başımıza sokulduğunda anlaşılıyordu bu. Kalbimizle aramıza giren sadece O vardı. Öyle diyordu. Öyle olduğuna inanmıştım. Bu inanış bilmek gibiydi. İnsan sadece gözleriyle görmezmiş meğer.

Yanımızda olan uzağımıza düşebiliyordu bu yolda. Ya da tamamen terk edebiliyordu yolu. Uzağımızdakinin yanımıza düşüverdiği gibi. Sürekli değişiyordu yüzler, isimler. Bir varmış, bir yokmuş diyerek sürekli yeni hikayeler yazılmaya devam ediyordu. Çarpıyorduk yeni kimselere, onların hayatlarına dokunuyor, onlarla birlikte adımlıyorduk yolu tek başınalığımızda. Hayatımıza giren insanların hayatlarımıza uğramasından çok, duygularımıza uğraması bizde kalıcı iz bırakıyordu.

Hiçbir şeyi ellerimde tutamazken, bağlanmak, sevmek, istemek, devamlılığı arzu etmek, varlığımızın bir tarafında hep demirbaş oluyordu. Eşyalar/varlıklar gelip gitseler de önümüzden, hislerin ömrü daha uzun oluyordu. Eşyalar/varlıklar sanrılardan oluşsalar da bazen, hisler hiç taklit yapmıyor, hep gerçek kalıyordu. Hafızalarımıza girenlerden çok, kalbimize girenler yol alıyordu bizimle.

Yürürken nerede olduğumuzdan çok, nereye adım atacağımızla ilgileniyorduk sanki. Bilinmezlik bizi hep kendine çağırıyordu. Ulaşılmamışlıklar, yelken açmak için tahrik ediyordu meraklarımızı. Ve bu yüzden belki de, en çok yarım bırakılmış anlar ve duygularda kalıyordu arayışlarımız. Yaşanmamışlıklar ve olsaydılar üzerinde duruyor özlemlerimiz, hayallerimiz. Bitirilmemiş hikayelerin finallerini yazıyorduk hayal denen ülkemizde. Boşluğumuzun yüzü, onların doldurmadığı yer oluyordu. Bir yanımız hep yarım kalıyordu ve üşütüyordu ayazlarda.

Bir ismin etrafında dolanıyorduk belki. Yeni bir şehrin ufuklarını arıyorduk ya da. Yıllanmış yinelerden sıyrılıp, yenilerin ardına düşüyorduk. Gidilmemiş yolların taşına toprağına yakıyorduk türkülerimizi. Ya da ortasında çekip gidilen bir anın, sustuğu dakikalarına hayat vermeye çalışıyorduk. Cesaretsizliğimizden zorlayamadığımız kapıların ardını düşlüyorduk. Belkilerin ardına sığınıyorduk. Açılabilme ihtimalini öğrenemediğimiz kapılar büyütüyordu yarım kalmışlığımızı. Hayat yaşadıklarımızdan çok yaşanmamışlıklarında dolaştırıyordu bizi. Düşünce en çok onları konuk ediyor ve kalb bu belirsiz siluetlere ağlıyordu. Tamamlanmamış tarafımızda şifasını yitiriyordu ruhlarımız.

Tek başınalığımız öylesine aşikarken, anlaşılmak, kelimelerden kurduğumuz şehirlerimizde bilinmek istiyorduk. Meydanlarımızın, en ıssız sokaklarımızın, patikalarımızın bilinmesini istiyorduk. Yol arkadaşlarına ihtiyacımız bundan mıydı? Kimi zaman kendimize karşı onu “eş” diye adlandırışımız? Arayışımız. Varlığımızı başkalarının varlığında hissetmeye çalışmak mıydı bu? Bildiklerimizi başka ağızlardan duyarak pekiştirmek, onları başka gözlerde görerek, varlığına bir kez daha inanmak. Kendi sesine alışarak bazen duyamıyordu insan. Farklı bir nefesten, hayatın soluğunu duymak istiyordu. Başkasının dokunuşlarında varlığını hissediyordu. Kelimelerime, ellerime, düşlerime dokun ki onların var olduğuna bir kez daha inanayım dercesine. Yürüyüşlerime dokun ki düşmeyeyim. Oysa biliyorum ki varlığını görmek/hissetmek bana iyi gelecek olsa da, çözmeye yetmeyecek eksikliğimizi tamamlamaya. Çünkü “işte bitti” diyebileceğimiz hiçbir sokak konulmamıştı bu yolda önümüze. Ulaşılan her şeyin ardında başka bir tamamlanmamışlık tutuyordu elimizden. Özlemek kanserli bir hücre gibi sürekli çoğalıyor hayatlarımızda. Öğrendiklerimiz ve tanıdıklarımız doymaya yetmiyor ve ardı sıra bakan gözlerime aldırış etmeden çıkıp gidiyorlar hayatımdan. Ellerim hiç birini tutmaya yaramıyor.
Bütün bu süreçte kalbim “ötelerin” anlamını bir rahim gibi şekillendirip büyütüyor içinde. Oraya her baktığımda ötelerden haber veren bir işaret, bir ispat, bir harita ses veriyor adeta. Peşine düşüyorum.
Bakışlarına ötelerin ufku düşmüş yol arkadaşlarıma da rastlama ümidiyle..

2 yorum:

Remzi Erten dedi ki...

Öncelikle sizi saygı ile selamlarım. Siz Değerli büyüğümüzden bir konu hakkında yardım almak isterim..!geçenlerde bi blogger açtım tam olarak kullanmayı bilmiyorum, Sizden bloger sayfama nasıl müzik atabileceğimi öğrenmek istiyorum yardımcı olursanız çok sevinirim şimdiden teşekkür ederim Saygılarımla....

Derya Deniz dedi ki...

merhaba remzi kardeşim.
en kolay yolu, bununla ilgili siteler var. üye olup, orada kendi müzik listeni oluşturup, yayınlayabiliyorsun. açıkçası son zamanlarda ben de pek uğraşamıyorum. belki daha kolay yöntemleri de vardır. ama kodlarla uğraşmak ve url adresleri bulmak sıkıntılı gelmişti bana. size kendi müzik listemi oluşturduğum sitenin adresini vereyim. ancak dediğim gibi, üyelik gerektiriyor. www.myflashfetish.com.

web page counters