22 Ağustos 2008 Cuma

uzakların çocuklarına



Ortalık iyice karardığında, etrafındakiler seçilmez olduğunda, kimseyle yüzyüze gelemiyorsan, artık gitmelisin. Bakışlar bulanıklaşıyorsa gitmek gerek, başka coğrafyalara, başka sokaklara, gökyüzünün henüz aydınlık vermeye devam ettiği yerlere.

Bu kent üzerine çullanıyorsa artık ve ağırlığı adımlarını günbegün yavaşlatıyorsa gitmelisin. Başka sokaklarda adımlamalısın. Sabahı ve geceyi direngen adımlarla yürümelisin.

Sana ait herşey tükeniyorsa zamanla. Ve artık tüketmekten korktuğun birkaç şey kaldıysa, bırak onlar kalsın bu şehirde. Bırak onlar hasretinde yaşasınlar. Bırak onlar hasretinde büyüsünler.

Bırak onlar, uzaklarda bir gece vakti yaktığın sigaranın dumanıyla çoğalsınlar hayatında.

Git ve giderken bakma sakın.

Geride kalan birkaç kişinin gözlerine bakma sakın.

Bakarsan gidemezsin. Gözlerinden çekip alamzsın kalbini.

Geride kalanların gözlerine bakmamalısın. Bir bakarsan ateş ruhunu yakar. Adımların yavaşlar, gidemezsin.

Anneler elbette ağlar.

Anneler hep ağlar.

Gorki’nin Ana’sında askerler Pavel’i almak için evini bastığında, annesi Pelage ağlamaktadır. Yürekliliği azalmış, hiç bir şey yapamamak yüzünden ruhunu ısıran acı göz yaşları yanaklarına doğru inmektedir. Subay aşağılayıcı bir yüz ifadesiyle “Pek çabuk yaygayraya başladın analık! Dur bakalım, şimdiden böyle yaparsan sonrası için dökecek göz yaşı bulamazsın!” diyerek bakar zavallı kadına. Pelage’nin cevabı kızgın bir ses tonu ile gelir: “Analarda her vakit için dökecek göz yaşları bulunur...Her vakit anladınız mı?”

Uzaklar annelerin göz yaşlarıyla yıkanırsa zarar vermez sana.

Anneler elbette ağlar.

Kimseye veda etme giderken.

İlle de geleceksin, veda etme sakın. Hiçbir cümlenin sonuna bitiş sözcükleri ekleme. Yarın hep senin için ve umut hep senin.

İdamına yarım saat kala annesi ve arkadışıyla konuşuyordu adam. Sean Penn oynuyordu filmde. Dead Man Walking’in bir sahnesiydi bu. İdam mahkumu adam ailesiyle son konuşmasını yapıyordu telefonda. Dik durmaya çalışıyordu, sesinin titrememesi için çaba sarf ediyordu telefonun başında. Tedirginliğini, korkusunu gizlemeye çalışıyordu. Telefon konuşmasının sonunda tekrar görüşürüz diye kapattı telefonu.

Tekrar görüşürüz!

Yarım saat sonra ölüm muhakkak olduğu halde. Yarım saat sonra görüşürüz. Nefes alıp vermeye devam ettiğimiz ölçüde tekrar görüşürüz. Tekrar görüşebiliriz. Bu umudun adıdır işte. Duanın adıdır bu.

Veda etmemeli kimseye ve hep aynı cümleyi söylemeliyiz. Tekrar görüşürüz. Her an, her umutsuzluğun ardından, tökezlerken, yalpalarken bu umudu tekrarlamak gerekir.

Yaşıyorsak sonrası hep var.

Yaşıyorssak hayata en anlamlı cümleleri söyleyebilme şansı hep var. Geri dönebilme ve yeniden başlama şansı. En önemlisi de bu hep yeniden başlama şansı.

İşte bunun için böyle söylemeli tekrar görüşürüz. Herkesle, inadına bir seslenişin ifadesi bu. Kimilerinin içini ısıtan kimilerinin de gözlerine korku düşüren bir sesleniş. Bu kentte hiçbir şey yarım kalmayacak. Tam konuşacakken boğazımızda düğümlenen hiçbir cümle yarım kalmayacak.

Şimdi gitmelisin artık.

Bu kentin kalabalıklarından geçip ve kimseyi umursamadan, omuz atarak. Bulabildiğin en gösterişli, bulabildiğin en serseri adımlarla gitmelisin.

Asla veda etmeden gitmelisin.

Geride kalan iyi insanların gözlerinin içine bakmadan gitmelisin.

Aynı cümleyle hayata gülümsemek için.

Başka coğrafyaların nefes alan toprağından beslemek için ruhunu.

Gitmelisin.

Ve.. ve...

Tekrar görüşürüz...

tarık tufan/ kraliçenin pireleri

14 Mart 2008 Cuma

RAHMET

571
—Ümmetî


***

Hızla yokuşu tırmandı. Karanlıktı. Ara sokaklardaki ayak sesleri, koşuşturma halindeydi. İrili-ufaklı gölgeler düştü, evlerin duvarlarına. Koşan siyah heykelcikler yaladı duvarları. Panikledi. Duvarların ardındaki sakinlik korkularına dokundu. Evlerin ışıklarından umarsız bir sessizlik boşaldı sokaklara. Koştu. Ses hala kulaklarında:

—Yangın var, yanıyoruz!

Kulaklarının zarından bir kez daha geçti fırtına. Beyninin orta yerine düştü çığ. Gözlerinin oyuklarında birikti lavlar.
Koştu.

—Yangın var!

Altı katlı , on katlı birbirine bitişik binaların sokağından geçti. Hiçbir çıtırtı, hiçbir alev yoktu görünürde. Karanlıkta parladı bir kedinin gözleri. Vücudu görünmeyen, parlak bir çift göz. Miyavladı sonra. Minnetsiz, kendinden emin bir miyavlama. Hızla yanından geçti kedinin. Arkasında çığlığa dönüştü kedinin sesi:

—Yangını buldun mu?

Duymazlıktan geldi çığlığı. Yan sokağa saptı. Bir kızıllık yoktu yine. Bulunmayan bir yangın nasıl söndürülürdü? Yorgundu. Karşıdan iki adam yaklaştı. Siyah giyimli, siyah yüzlü adamlar. Görmüş olabilirler miydi? Belki yanından geliyorlardı? Bu yüzden siyahtı, üstleri başları? Sormak için yaklaştı. Yorgundu. Yalnızdı. Adımları adımlarına yaklaşınca durdu. Elini beline götürdü soldaki adam. Belinden bir metal soğukluğu yayıldı ortalığa. Üşüdüğünü hissetti. Soracak mıydı? “Yangın!” diyebilecek miydi yüzlerine? Sağdaki adamın ellerine baktı. Kırmızı. Alabildiğine kırmızı boyanmıştı. Üzerine sıçramıştı boyalar. Ceketi, gömleği, kravatı kırmızı lekelerle dolmuştu. Siyah yüzlü iki adam, yüzlerini karartarak geçtiler yanından. Sokak kan kokusu süründü. Soramadı. Evlerin ışıkları umarsız bir sessizliği kusmadaydı hala.

Yürüdü. Sabah olmadan bulamazsa çok geç olacağının farkındaydı. Girdiği sokakta bir fısıltı ilişti kulaklarına. “Sıcaaaak!” diye bağırıyordu ses. Bulmuştu işte. Pencereye yaklaştı. Kulağını cama dayadı:

—Çok sıcaaak! Yanıyoruz, bronzlaşıyoruz. Serinlemek için de atıyoruz kendimizi denize. Egenin en güzel koyu burada.

Uzaklaştı camdan. Gözlerindeki yanılgıyı gömdü ve uzaklaştı.Televizyonun sesi kayboldu yavaş yavaş. Bilmediği sokaklara daldı. Görmediği evler gördü. Duymadığı sesler duydu. Yok, yok, yok. Yanlış mı anlamıştı her şeyi? Kulaklarında yankılandı yeniden:

—Yangın var!

Algılarının her köşesini dolanmıştı ses. Yanlış anlayamazdı. Koştu. Şehrin bütün adreslerini tüketerek koştu.
Yanından bağırarak geçti bir çocuk:

—Kapış kapış gidiyor mallar!

Büyük bir kalabalık ileride birikmişti. Gözleri kamaştıran bir ışık geceyi yarıyordu. Demek yanılmamıştı. Yangının kaynağını bulmuş muydu?
Gülerek yanından geçti bir kadın. Aklını yitirmiş olmalıydı yangında. Yaklaştı kalabalığa. İnsanlar güldü bitmeyen bir neşeyle. Çocuklar güldü, kadınlar, yaşlılar, erkekler. Gülüşlerde boğuldu. Her tarafı ışıklandırılmış bu binanın önünde sıraya dizildi insanlar. Cam kapılardan içeri girenler ve dışarı çıkanlar. Girerken gülen ve çıkarken gülen insanlar. Girerken veren ve çıkarken alan insanlar. Mutlu insanlar. Kimse yangından bahsetmedi. Binadan çıkan bir çocuk sevinçle avuçlarına baktı. Ağlayan başka bir çocuğun yüzünü taşıyordu avuçlarında. Bir kadın elindeki kopmuş ayağı neşeyle soktu çantasına. Bir adam sırtına yüklediği bir gencin gözyaşlarını taşıdı arabasına. Kimse yangından bahsetmedi. İnsanlar kapılardan girip-çıktı. Otomatik kapılar açıldı-kapandı.

Sağa sola koştu. Anlatmalıydı bu insanlara. Yangın her yeri sarmadan duyurmalıydı.

—Yangın var!

Gülümseyen yüzlere çarptı ses. Yankılandı boşlukta. Bir adam neşeyle yaklaştı:

—Doğmamış bir çocuğun cesedini almak ister misiniz?

Sustu ve kaçtı. Kuzey, güney, doğu, batı kayboldu. Şehir kendi surlarıyla kendini esir aldı. Yenik düştü.Yenilmiş bir şehrin sokaklarında koştu. Karşıdan gelen adama baktı, yakasından tuttu. Sarstı:

—Yangını gördün mü?
Adam anlamsız baktı önce.
—Yangını gördün mü dedim sana. Gördüğünü söyle hadi. Duydum de. Haberim var de.
—Yangın mı? (Kelimelerden geviş getirdi adam. Elindekini havaya kaldırdı.) Yangın bu şişenin dibinde. Bak. Gördün mü? İçte kendin gör. Yangınmış.
Sallanan vücudunu doğrulttu adam. Boş şişeyi dikti kafasına. Bağırdı:
—Yangın bu şişenin içinde!
İrkildi ve kaçtı. Kaçtı ve aradı. Evlerin birinden bir kadın çığlığı döküldü sokaklara. Kimse duymadı. Koştu. Kapıların zillerini çaldı sonra. Yumrukladı kapıları. Kimse duymadı. Kızdı. Küfretti. Bir perde kımıldadı yukarıdan. Haykırdı:
—Orda olduğunu biliyorum. Bak lütfen! Yangın nerde?

Hareketsiz kaldı perde. Işıkları söndü evlerin. Yılmadı. Koştu. Yeni sokaklara daldı.

Saçları dans eden kadın, gecede konakladı. Koştu. Bakmadı ona. Saçları dans eden kadın seslendi arkasından:
—Yangından mal mı kaçırıyorsun be adam?
Döndü. Yangından bahsediyordu. İşte bulmuştu aradığını.
—Yangın? Sen biliyor musun yangını?
—Merak etme cicim, alırız yangınını.
—Sahi nerde biliyor musun?

Saçlarından akrepler düştü kadının. Ağzı büyüdü,büyüdü,büyüdü. Burnunu, gözlerini kulaklarını kapladı. Değişti kadın. Duvardan sarkan bir örümcek gibi sokuldu. Zehirli nefesinden dumanlar çıktı.

Korktu ve kaçtı. Kaçtı ve aradı. Yoruldu. Durmadı. Sokaklar boştu. Caddeler arabasızdı. Yılmadı. Şehir uyudu. Şehir uyuyordu. Yollar uyuyordu. Bekçiler, hastalar, ayyaşlar,hırsızlar; parklar,oteller, sahiller,evler uyuyordu.

—Yanacağız.dedi. Yanacağız. Kimse duymadı.

Terledi. Kravatını çözdü. Ceketini çıkardı. Yürüdü. Yürüdükçe yaklaştı bir ses. Yaklaştıkça ses, yürüdü. Uğultu kulakları dövmeye başladı. Kırmızı bir ışık yanıp-söndü ilerde. İlerde ışıkları yanıp sönen bir bina çağırdı insanları. Umudunu besleyerek yürüdü. Bir grup insan önünde yığılmıştı binanın. Kırmızı ışık yanıp sönerken, dokundu karanlığa. Yığılan insanlar içeri girdi. Başkaları yığıldı sonra. Uğultunun notaları vardı. Kalınlaştı, inceldi, hızlandı, yavaşladı. Susmadı. Bir ayin gibi, uğultuda hareketlendi insanlar. Döndüler, sallandılar, kıvrıldılar. Kadınlar ve erkekler toplu ayinlerini sergiledi.

Baktı. Bilen biri var mıydı içlerinde? Loş ışıktan yüzleri seçemedi. Korkan, ürken, endişeli birileri. Yüzlerine baktı. Baktı. Binadaki herkesin göz yuvaları bomboştu. Kimse farkında değildi olanın. Kulakları koparılmıştı. Cezbe halinde dönüp duran bu insanlar; görmüyor ve duymuyordu.

Afalladı. Kaçtı. Kaçtı. Şehrin dışına doğru vurdu adımlarını. Binaları aldı arkasına. Kaçtı. Dağlara çıkmalıydı. Tepelere ulaşmalıydı. Birazdan bütün şehir kızıla bulanacaktı. Alevler bir at kadar hızlı ilerlerdi. Dokunduğu yeri acımasızca yalar, can suyunu kurutur, küle çevirirdi. İştahla yutardı evleri, sokakları. Kaçtı. Koluyla alnında biriken terleri sildi. Bütün vücudu koşturmaktan yanıyordu. Nefesi daraldı. Ciğerlerine dolan hava boşalmadan yenileri akın etmek istiyordu içeri. Zorlandı. Eliyle kalbini bastırdı ve aniden çekti. Eli yanmıştı. Tekrar göğsüne koydu elini ve yine hızlıca çekti. Defalarca yaptı bunu. Koydu-çekti, koydu-çekti, koydu-çekti. Koyamadı. Yanıyordu. Kızaran elini seyretti. Yangın, içindeydi. Kaçamadı. Düştü. Bütün vücudu yanıyordu. Üstüne yığılıyordu koca bir şehir. Üstüne yığılıyordu bütün hayatı. Ezildi. Aldığı nefesi verememekten korktu. Düştü. Yangınında eriyordu bütün hayatı. Hayatına topladıklarından besleniyordu yangını. Toplayıp biriktirdiklerinden. Biriktirip, sahiplendiklerinden. Hiç birinin sahibi değildi aslında. Düştü. Bütün yaşamı bir düştü. Yangınında kavruldu. Yokluk çıktı önüne. Hiçlik kendine çağırıyordu onu. Korktu. Bu karanlıktan, bu sonsuz yok oluştan korktu. Büyüdü yangını. Bütün yeryüzü çığlık oldu. Yangın her atomun merkezine sokuldu. Hayat ızdırap, akıl işkence oldu. İnledi.

—Su.

Güç yetiremeyişinde büyüdü inleyişi. Kendinden geçti. Kendini geçti.
Gözlerindeki pınarlara yol oldu acizliği. Aktı. Aktı. Akan suda rahatladı. Bir el dokundu sırtına. Usulca kalktı yerden. Sırtından bir serinlik yayıldı vücuduna. Döndü, baktı:

“Sırr-ı Hilkat-i Âlemin Keşşafı, Kur’an-ı Mucizül Beyan’ın Dellâl’ı(S.A.V.)”

Okudu. Söndü yangınlar. Okudu. Dağıldı karanlıklar. Okudu. Yeniden fethedildi şehirler. Okudu. Terk etti hiçlikler. Okudu. Anlam buldu kainat.
Güneş ufuktan doğuyordu.
d.d.

11 Şubat 2008 Pazartesi

FETRETİN İÇİNDEN



Film kopuyor

Anlayabildin mi bilmiyorum. Neden, bulunduğum bu mahzende konakladığımı ve konaklarken derin bir sükut haline bürünüşümü, yasaklı sokaklarımı, derin iç sızılarımı, kadimleşmiş dualarımı, sahip olduklarınla yan yana geldiğimde iğreti duruşlarımı, baş ucumda konaklayan tozlu eşyaları, nakarat gibi tekrarladığım ayetleri, içinde bulunduğun hızın karşısında hareketsizliğimi ve bu hareketsizlikle birlikte bitmeyen iç konuşmalarımı, gözlerimi ışıklandıracak en ufak bir varlığa neden sıkıca tutunduğumu anlayabildin mi bilmiyorum. Modern insanın inşa etmekte olduğu zaman, bazı şeyleri silikleştirecek kadar keskin oynuyor kurallarını. İnsan tercih ediyor, ve İrade işliyor “kün” emriyle. İnsan fiilleriyle kendinin celladı oluyor. Gri bir zamanın seyyahıyız her birimiz. Siyah ve beyazın iç içe geçip grileştiği bu saatlerde ayırt edebildiğim renkleri oyluyorum. Griliğin içinde vazifesini kaybediyor varlık. İnsan adreslerini yitiriyor. Günü birlik yollara düşüyoruz. Günü birlik yollar icat ediliyor önümüze. Yürümenin anlamı, oyalanma oluyor. Her birimiz oyalanan seyyahlarız şimdi. Siyah ve beyaz, gerçek ve yalan, hayır ve şer, doğru ve yanlış iç içe geçiyor. Düştüğün yolların uzağında durmaya çalışıyorum ben. Yürümenin hakkını verebilmek adına, yol işaretlerimi bulma çabasındayım. Renkleri isimlendirdiğim kadar anlam buluyor hayat. O derece gelişiyor insan yanlarım.


Aynı sahnede takılı kalırken hayat

Göğümde yükselen bu ses kaosu da ne? Hangi harabeliğe saklanmıştır anlam? Fikir edilmemişliğin yığını bu gürültü, nereye sürükler bizi? Yetim kalan soruların cevapsızlığı değil, manasına ihanet eden sözcükler. İçi boş kelimeler cesedidir şimdi dünya. Sloganların at koşusudur sahnede. Gürültü ne de cezbeder akılları. Hakikat işgale uğramış bir şehir. Yıkılıyor birer birer surları. Savrulan sözcüklerin gölgesinde karanlığa düşüyor gerçek. Oynanan sayılar, kurallar değil; ruhumun yaşam alanı.

Şimdi öyle bir nefesle seslen ki bana dağılsın bu gürültü. Bir çöl sabahından bahset. Yorgun düşmüş bir yüreğin, bitmeyen ümidinden. Kana bulanmış bir Taif dönüşü, sevinci getiren üzüm tanelerinden. Baharın gelişini müjdeleyen zambaklardan. Ve mavinin en çok göğe yakıştığından, sonra bir de denize. Anlat ki, göreyim yeryüzündeki ayetleri. Yılgınlıklarımı toplayayım birer birer. Köprüler kurayım karabasanlardan kaçmak için. Gökkuşağına dokunamaz hiçbir leke. Ve ırmaklara ve buluta ve toprağa. Bozulmamışlığına inanacağım şeyler söyle bana. İnsan yanlarımı besleyen şeyler. Anlamlarına gasp edilmemiş cümleler. Korkuyorum, kalbim körelecek diye. Hudeybiye dönüşü bir yanılgı olsun yaşadığım.
***
Suskunluklar kesilmiş payıma, ceza olarak. Dilim vazifeden azledilmiş. Bu tahammülsüzlük, varlığımı nereye koyar benim? Saçlarımı örten kuşların kanatlarının kırılması bundan mı? Bundan mı geniş coğrafyalarda bombalar düşer evlerimize? Kalemlerimi çalan hırsızların öfkesi bundan mı? Yersizliğe mahkûm edilişim? Algı alanlarının dışında tutuluşum? Tahammülsüzlük, varlığımı nereye koyar benim? Ve ben! Varlığımı var edene borçluyum umudumu.

Şimdi bak şehirleri yakan güneşin veda eden ışıklarına. Yüksek tepelere çıkıp bak kırlara. Ağlayan hurma kütüğünün hemcinsleri ağaçlar, meyveye durmuş. Bir işaretle ikiye bölünen ay, aynı beyazlıkla konuk olur pencerelerimize. Güvercinler unuttu mu sanırsın, peki ya örümcekler? Çakıl taşları O’nda(sav) tesbih eder de, şimdi susar mı? Yarılan Kızıl Deniz vazgeçmedi itaatinden. Davut’taki demir, Süleyman’daki rüzgâr, İbrahim’deki ateş, Yunus’taki balık ve deniz ve hatta gece aşkına bak ve gör. Nasıl da ilan ederler hakikati. Varlığının kardeşleridir kâinat. Bu şarkının notalarına ekle kendini.
***
Coğrafyaları saran işgal ruhumun neresinde? Hangi kötü düşünceler atfedildi niyetlerime? Sorgulanmadan cevaplarım yazıldı. İftiranın hapsindedir renklerim, şekillerim. Yeni anlamlar biçildi hepsine, çığırtkanların elinde. Kabuğundan kovulmuş bir kaplumbağanın hüznüdür yaşadığım.

Değil mi ki yeistir en büyük düşmanımız. Şimdi umut, Yesrib'in olsun. Ateşin kavurduğu ayaklarını sür bu şehre. Geç sana atfedilen isimlerden. Hareketlerin bileyişin olsun körelen anlamları. Unutmayasın diye. Yanılmayasın diye. Sakin ama vakur olsun yürüyüşün. Adil ve merhametli.Unutma yağmur tanelerinin nereden döküldüğünü. Hırkanı çıkararak karşıla onları. Dokunsun kalbine doğunun ve batının Rabbi. O'nun yanındadır değer, niyet, anlam, hak. Bir fetih suresinin serinliğine sığın şimdi. Basireti yakalamak adına. Umudu sobelemek adına. Değil mi ki yeistir en büyük düşmanımız. Bu karamsarlığa şifa niyetine sür umudu.Bahçendeki çiçekleri kokla. Hasta olan komşuna git bir çorba sıcaklığında. Pencerene konan ayı seyret Marmaranın ışıltısında. Yavrularını besleyen anne kediye ver içtiğin sütün yarısını. Ellerinle diktiğin ayyıldızlı bayrağı çıkar ve gülümseyerek bak O'na. İnancının yanında olsun umudun.Bak, gör ve duy. Zamanı var edenin tik-taklarını...Gerisi sadece bir oyalanma.

Ve Fetret sadece zahirde

Reddedebildiklerime kaçırılmış fırsatlar diyorsan eğer, uzak dur kelimelerimden. Statülerin, unvanların, istatistiklerin, kalıpların penceresinden ulaşamazsın cümlelerime. Elindeki tartıyla ölçemezsin değerlerimi. Zahire değil, batına ayarlı ibrem. Önemsediklerinden tecrit edilmiş bir hayatın, kırmaya çalıştığı fetreti bu. Yolun popülerliği değil, yürümenin devamlılığıdır erdemli olan. Fetretimde patikalar inşa ettim, ırmaklara ulaşmak için. Yürümek için verdiğim çabanın üstüne basıp geçme, yol senin yolun değil diye. Patikalarımda kuşandım cümlelerimi. Yoruldum, duruldum, kırıldım ama durmayı aklımdan bile geçirmedim. Reddedebildiklerime kaçırılmış fırsatlar diyorsan eğer, dokunma kelimelerime. Baktığın yerden anlayamazsın söylediklerini.

d.d.

3 Şubat 2008 Pazar

FETRET

Çalınmış fiillerin geri gelmediği bir sokak bu. Tutunduklarımız “di’li geçmiş zamanlar”. Vakit, durağanlıklarda kaybolmuş gibi gözükse de, en azılı düşmanımız. Çünkü sokağın dışında hala nefes alıp vermede fiiller. İçindeyse; kırışan derilerimizdir ispatı.

Düş: Fiillerimizin ihlas damarı. Tetikleyen, yılgınlıklarımızda. Düştü…

Anlık eylemler! Bizim ikiyüzlü kurtarıcılarımız. Size her dokunuşumuzda, azalır umut. Ellerimize bıraktığınız yalama olmuş bir yaşam. Tekrar ettikçe koyulaşan.

***

L: Kahverengi diyorum. Yakışır.
E: Ama ben maviyi düşünmüştüm.
L: Üzerini birde verniklersek güzel parlar.
E: Fakat mavi!.. Hani uçurtmaların dans ettiği?..
L: Kahverengi dedik ya! Üzerine bi ton koyusundan şeritler de çekeriz.
E: Biraz çocukluğumdur mavi. Çocukluğum gibi özgür. Denize de ne güzel yakışır.
L: Yoksa şeritleri açık tonlarda mı yapsak iyi olur? Evet, evet. Sanırım öyle.
E: Düşlerimde bile en çok mavi vardır benim. Ve her şeyi onun üzerine inşa ederim ben.
L: Kahverengi çok doğru bir seçim oldu. Şeffaf, küçük çiçeklerden de yapıştırırız hem. Sonunda çok güzel bir iş çıkaracağız eminim.
E: Mavinin tonları da çok güzeldir. Gülümser insana. Koyulaştıkça asil bir duruş takınır kendine.
L: Aralara sütlü kahveler de serpiştirelim mi, ne dersin ha?
E: Eğer düşlerime biraz fazla kırmızı karıştıracak olsam, mavi saklar bütün tılsımını. Narincedir o. İncitilmeye gelmez. Uzaklaşıverir hemen.
L: Yok yok sütlü kahve kalsın. Böylesi daha güzel. Bitti işte bak. Umduğumuzdan daha güzel oldu.
E: Lacivertle karıştırmamalı onu. O çok daha başka. Ben mavi diyorum.
L: Bu projeye bir de isim bulmalı şimdi. Ne koysak acaba? “Çiçek!?”. Pek uymadı sanırım.
E: Ah ne çok yer tutar içimde mavi. Diğer renkler onunla mı hayat bulur?
L: Aaa! Evet evet, “hayat” olsun. Ne de güzel uydu. Aferin sana.
E: Ne dedin?
L: Projemizin adı hayat olsun dedim. Tam yerinde. Anlarsın ya?
E: Ama…
L: Hadi fazla uzadı artık.
E: Düşlerimde böyle bi….
L: Düş mü? Bence “düş” çok uygun bir isim değil. Ama sen ille de istersen!
E: Neyse.
L: Gerçekten. “düş” istiyorsan “düş” olsun.
E: Boş ver. Düş bitti zaten…

***

Anlık eylemler, birikiyor üzerimize(Birikme zamanın karşılığı mıdır burada?): Şeytanın parmak izlerini taşıyan kahramanlar. Sizi kutsayan gözlerden nasıl uzak tutsam kendimi?

Yitirilmiş fiillerin ağıtında kalbim. Yanılgı: Yitiği yokluğa mahkum etmek. Yitmek “var olanın” tükenişi değil midir? Ve “var olanı” hissetmez mi kalp?Anlatsam, hangi harf sığınak olur hislerime?

Rüyalarımız..İsa ne zaman geçer bir daha ölümün kardeşinden? Ayak izleri silinmeye durmuş. Son kalan nefes yeter mi hasta umutlara? Neden gelmez beklenen?

Sesler. Zihinlerin konar göçeri. Hangisini tutsam yol olur bana?
Kazanan, hayatımın teferruat bankası. “Bütün fuzuliyatlar alınır.” Bir deprem yıksa bütün bunları.

Ve gece: Serer bohçasını. Boşalır içimin karmaşası. Karanlık ne güzel örtücü. Uykular kaçak. Gökte bir serinlik. Bu gördüğüm rahmet midir? Gülümseyen yanıyla “dolunay”. Ey İsa’nın müjdesi, doğ kalbime…Bana umudu hatırlatan…

-oOo-

Odanın sarı duvarlarına bakmaktan gözleri diğer renkleri ayırt edemez olmuştu. Her yerde parlayan bir sarı. Eşyaların gerçek renklerini görebilmek için gözlerini ovuşturdu, arka arkaya birkaç kez açıp-kapadı.

Ne kadar zamandır bu haldeydi? Epey bir vakit olmalıydı. Hareketsiz bir şekilde oturarak, gözleri duvarda, düşünceler içerisinde. “Yine günü tükettim.” diyerek kalktı kanepenin üzerinden. Biraz bezgin, biraz zorunlu. Gün akşama yaklaşıyordu ve mutfakta yıkanacak bir yığın bulaşık bekliyordu. Bu hatırlayış canını fena halde sıktı. Hiç bir iş üretemeden heba olan vaktin varlığını hissedince, kendine olan kızgınlığı arttı. “Birazdan annemler gelir.” diyerek söylendi kendine. Bir de şimdi hesap vermek vardı. Bu hepsinden kötü ve sıkıcı olandı. Hareketlerine biraz daha hız kazandırıp, “Kimse gelmeden şu bulaşıkları halletsem iyi olur” diyerek mutfağa yöneldi.

Pembe eşofmanlarının üzerine mutfak önlüğünü geçirdi. Mutfakta duran teybe sürekli dinlediği kasetlerinden birini yerleştirdi. Duvarlar genişledi tahayyülünde, gözleri baktığı yerin ötesindeydi. Dinlediği müzik, içinde resimleniyordu. Yoksa içinde mi barındırıyordu onu. Hayalinin en bereketli topraklarında gezdiriyordu. Cömertçe sunuyordu tenhalarını, biriktirdiklerini. Diğer yanıyla, notaların kanatlarında konuklayandı. Gezinendi dünyayı bu kanatlarda. Kim kimi barındırıyordu bu ilişkide. Bunu çözmek değildi derdi. Huzur; yanı başında görmek istediğiydi.

Gecikmiş işini bitirmek için, bulaşıklara dokundu. Parmaklarında yaramazlık yapıp, azar işitmekten çekinen bir çocuğun tedirginliği vardı. Önce cam bardaklardan başlamalıydı yıkamaya. Böyle öğretmişti annesi. Her şeyin bir gidişi, yol alışı vardı. Sıraya konulmuşluk: Ne yaptığını bilen insanın fillerindeki usûl. Yüzünün çizgileri gerildi bu düşüncelerle.

“ Benim hayatımın bir usûlü var mı?!”

Savrulmuşluğunu, hedefsizliğini ve durağanlaşmış yaşamını düşündü. “Kuyunun dibi”ndeydi yine. En karanlık yerinde. Böyle tanımlıyordu kendini. Zihnine üşüşen fikirlerin geçerliliklerini gösteremeden son bulmasıyla, kurguladığı yaşam biçimlerinin hiçbir işlerlik kazanamadan bitişiyle, vaktiyle gerçekleştirmek istediklerinin sadece bir istekten ibaret kalışıyla, coşkularının yetim kalıp kendini sırlara mahkum etmesiyle, zırvalamalarının aslında hep sustuğunun ispatı olmasıyla kuyunun dibindeydi. Dipsiz bir karanlık. Renklerin sürgüne gönderildiği bir dünya. Hayatta kalabilmek için yapılan çaba vardı burada sadece. Ayrıntıların, hislerin, arzuların kelime anlamlarını kaybetmeye başladığı bir dünya. “Kuyunun Dibi”. Yapışkan bir ıslaklık rahatsız ediyordu ha bire.

Şu ana kadar yaşadıklarından çalarak devam ediyordu hayatı. Elinde olanları tüketerek. Kendinde kalmış fiilleri tekrar ederek. Sonuçta yaşam oluyordu bunun adı. O hayatının bir yerde durduğunu düşünse de, ömrüne eklenen günler bunu yalanlıyordu. Bu yüzden mi kimse farkına varmıyordu tükenişinin?

Ellerini kuruladı, kasetçalarına yöneldi ve sesini açtı. Müziği söyleyen adamın daha çok bağırmasını istiyordu sanki. Rahatlamak için miydi bu çabası?

“Al beni yar götür, götür buralardan.
Bıktım artık hep aynı varoluşlardan…”*

Şarkı sustu. Kocaman bir sessizlik düştü mutfağın içine. İçinde konuşup duranlar orta yere saçılıvermiş gibiydi. Korkak, utangaç. Saklamaya çalıştıklarıyla kalakalmıştı. Hızlı hareketlerle dokundu teybinin düğmesine. Şarkı yeniden başladı. Sığınağını bulmuş düşünceler tekrar harekete geçebilirdi şimdi. **

Beklemesi gereken her ne varsa kaybolmuş, yitmiş, nisyanlarda yok olmuş gibiydi. Neyi beklediğinin farkında olmadan geçiyordu yıllar. Alternatifler hayatı terk etmişti bu bekleyişte. Günlük uğraşıların içinde akrep ve yelkovanın akışını fark etmeden akıyordu zaman. Ve bu günlük işlerin sırtında yaşayan bir asalak gibi hissediyordu kendini. Bunlarla beslenmiyor, ancak, yaşama dair bir dekor oluyordu.

Yaptığı işin bittiğini görünce, düşüncelerine devam edemedi.Temizlenmiş olan bulaşıkları seyretti bir müddet. Gayret olmadan hiçbir şey sonuca ulaşmıyordu. Fiiller, neticeye ulaştıran yollar oluyordu. Gitmek istediği ve gitmek zorunda olduğu yolların uzlaşmazlığında devam ediyordu yaşam.

Dalgın ve yanağının kenarına ilişmiş kırgın bir tebessümle oturma odasına geçti. Odanın orta yerinde dikildi. Derin bir iç çekişin ardından, hareketsizliğine bir son vermek için sağa sola bakındı. Sandalyenin altına düşmüş baş örtüsüne ilişti gözleri. Eğildi, düştüğü yerden aldı onu. Ellerinde duran yumuşacık ipeğin sıcaklığını hissediyordu. Renklerin uyumunu, ipeğin akışkanlığını, ellerinde şekillenişini seyretti uzun süre. Yerine koymak zor gelmiş olacak ki buraya iliştirivermişti. İpeğin kayganlığına dayanamayan örtüde de sonunda yere düşmüştü. Odasına yürüdü düşünceli hareketlerle. Dolabının gerekli bölümüne yerleştirdi elinde tuttuğunu. Dalgın yüzünün, ince hatlı dudakları hareketlendi.

-Pişmanlık yamacımdan bile geçmedi. Hala ayaktaysam bu yüzdendir.

Yetim kalmış heveslerini her gün yeniden avutuşunu düşündü. Ağzına şeker tutuşturulan çocuğun mızmızlanmayı kesmesi gibi günlük işlerle oyalıyordu kendini. Ama bu hayatının kendisi oluvermişti ya! Buydu acı olan, canını yakan. Kimsenin bunu görmeyişi.

Yatağına oturdu. Işığın gölgelere mahkum olduğu bu odanın duvarlarına bakındı. Hatırlatan ne çok şey vardı bu duvarlarda. Her resim, asılı olan her yazı, kitaplığında duran her nesne her an hatırlatmadaydı yarım kalmış öyküsünün yolunu.

Masanın üzerinde duran karalanmış kağıtlara göz attı. Gecenin bir vakti düşünceler içinde yazdığı cümleler çekti dikkatini.

“ Hazırlıksız, orta yerde kalmışlığında kalbim. Bildiğim tek şey: yürünmez artık bu yollarda. Şimdi başka bir çıkış bul kendine ey kalbim. Sür atını hedefe. Yeni yollara düşmek vaktidir.”

Birbirine girmiş harflerin okunması zordu. Belki de başkaları okumasın diye bu şekilde yazılmıştı. Kağıdı birkaç kez katlayıp masasının çekmecesine koydu. Mırıldanarak ayağa kalktı:

-Yürümeyi bırakmadım ki , bunu hiç istemedim. Sadece yolumu değiştirdim. Yaralayan, kendi insanımın yürümeyi bıraktığımı düşünmesi .

Odasının kapısını yavaşça kapadı. Bu şizofrenik hayatın görünen yüzüne doğru ilerledi. Güneş ışıklarını daha az göndermeye başlamıştı şehrin üzerine. Bu ışıkların aydınlattığı şehirlerdeki insan hayatlarını düşledi. Bütün alemi, kuşattığı alanda yoğuruyordu sanki zaman. Bir bütünlük içinde. Televizyonun üzerine yerleştirdiği kitabına baktı. Alıp okuyamamıştı bu gün. Dün bıraktığı gibi, yorgun ve kırgın duruyordu. Haftalardır elinde sürüklenmekten yıpranmıştı sayfaları. İradesi yenik mi düşüyordu içinde bulunduğu şartlara?

İlerledi, kitabını aldı avuçlarının arasına. Özrü, sayfaları okşayan parmaklarının ucundaydı. Altı çizilmiş cümlelerden biri çekti dikkatini.

“ İnsan, içine yerleştirilenlerin kaynağını keşfettiğinde, oraya dayanarak aşamayacağı zorluk yoktur. Yeter ki bağlantısını koparmasın, umudu yüreğine koyanla.”

Sayfaların arasında dolandı. Altı çizili satırları hızlı hızlı okudu. Tükenmiş umutlarına korunak arama çabasıyla.

“İnsanı yenen şikayet ettiklerinden çok, karşıt olduğu durum karşısında, kendi yılgınlıklarının altında ezilmesidir.”

Sarı boyalı duvarların ardına bakan gözleri nemlendi. Yalnızlığın saklayan yanının verdiği rahatlıkla, yüzünde şekillendi ızdırabı.

- Hayat bıraktığım yerde durmuş sanki. Geçen dakikaların farkına varmayan ben, nereye varmak istediğimi de unutuyor muyum yoksa?

Kapı zilinin sesiyle doldu ortadaki boşluk. Odadaki eşyalar, renkler kıpırdadılar. Unutulmuş olan varlıkları kendini gösteri verdi. Karşıdaki kanepe, üzerine oturacakları beklemedeydi. Boşalmış askıya bir sürü eşya asılırdı birazdan. Masanın üzeri kalabalıklaşır, içerideki sessizlik bozulur, televizyon son ses açılırdı. Adımlar kapıya yönelmeliydi şimdi. İşte, günü kurtaracak bir sürü eylem vardı ortada. Hangisi yol olurdu isteklere, kimin umurunda, hayat akıyordu sonunda.

-oOo-

Gözlerinde parlayan ışık, teselli ve umudun adıdır bende. Yarına dair dirençtir damarlarımda. Kırgın duruşların, yılgın sözlerin ardına saklanmış “o parıltı” biler her an yenilenişimi. Zamanın kalbi orada atar. Görürüm de, anlarım hala ayakta olduğunu.
O yüzleri biriktiririm yüreğimde. İçinde güneşi saklayan gözlerin konukladığı yüzleri. Sabır ne çok uğrar yamacımıza. Korkum: sağdan yaklaşıp, umutsuzluğu öğütleyenin, sabır kılıfında sunmasıdır ataleti. Yitmediğini söyle, yitmeyeyim.

Hareketsizliğinde saklanır zamanın ihaneti. İhanet kendinindir aslında. Hedefi görmeli ve oraya sürmeli bakışları. Hareketi engelleyen yılgınlığın tam ortasına.

Çalınmış fiillerin ağıtında siyaha büründü her şey. Matem hayatın kendisi olmuş, kazanan bizi cennetten çıkaran. Aynı hile ne çok oynanır bu mücadelede. Sağ gösterip, sol vuran.

Terkedilmişliğin elbisesini sıyıracak ayetler bulma vaktidir şimdi. O kişi ile kalbi arasına girendir, terk etmeyendir. Unutmayandır. Hatırlamalı, hep hatırında olduğumuzu. Umut, ışık ve hareketin kaynağı O(rada).

Bana umut yüklü cümleler söyle şimdi. “Onlar birbirlerine sabrı ve hakkı tavsiye edenlerdir.” Ayağa kalmak için, renkleri gösterecek bir fiile başlamak için.

Felce uğramış taraflarım var benim. Kullanılmamaktan pas tutmuş. Unutulmuşluktan, yılgınlıklardan kilitlenmiş taraflarım. Hadi! Yeniden başlatacak bir ayet sun bana.

Umut ve teselli, gözlerin de parlayan ışıkta saklıdır. Yani senin, yani benim, yani bizim. Hareketlerin beslemek olsun o ışığı. Duyuyorum. Zaman coşkuyla tik-taklıyor orada. Ölüm diriliştir. Bizimkisi fetrette şekillenmiş yalancı bir yokluk. Öldürmeli şimdi bu yokluğu. ..
d.d.

(*) Düş Sokağı Sakinleri
(**) Bu paragraf İbrahim Paşalı’nın bir programından esinlenilmiştir.

24 Ocak 2008 Perşembe

8 Ocak 2008 Salı

ÇOK ÇARPANLI HÜZÜNLER


“Hüznümün ortasında bir mahşer, senin acılarından kotarılmış.
Yüzün düşüyor gözlerime, çoğalıyor mahşerim.
Bir şeyler söylesen, değişir miydi her şey?"

Kim bilir kaç kez adımladığım bu sokakta, tanıdık olmayan bir şeyler var bu kez. Dışarıdaki koşuşturmaca ilan ediyor kaygılarımın doğruluğunu. Korkuyor muyum? Yavaş yavaş bir yangın içimi sarıyor, havanın soğuğunu duymuyorum. Parçaları birleştirirken, acının biraz ötemde beklediğini biliyorum. Sabaha yakışmayan bir kalabalık, kalabalıktaki bu sessizlik, telaş; hüzne boyanmış her şey. Zihnim kendini şimdiden hazırlamış gibi gözükse de neticeye, hislerim… Nerdeler? Bulamıyorum onları. Uyuşmuşluk ruhumun damarlarında.

Geç kalmış olabilir miyim? Merdivenleri çıkıyorum. Ahşap merdivenlerin gıcırtısı rahatsız ediyor ortadaki sessizliği. Dünyanın sonuna doğru yürüyor adımlarım. Burası zamanın durduğu yer. Yapılan her hareketin, ağızdan dökülen her sözcüğün, etrafa yerleştirilmiş her nesnenin anlamı aynı: Hüzün. Fark etmeden giyiyor hareketlerim bu hüznü. Şimdi ne söylenilse boş. Her şey ölüme çıkıyor.

Dar uzun salonun ortasında duruyorum. İnsanlar: hüznün canlı heykelleri. Ağlamayla karışık iniltilerde boğuluyorum. Acının varlığını kabullenmiş bu heykellerde, teslim olmuşluğun ötesinde, çaresizliğin ızdırabını görüyorum. Aklıma düşüyorsun. Nerdesin?

Odanın kapısı açık. Kimse girmiyor içeriye. Hakikat içeride konaklıyor. O kadar aşikar,yalın. Acımın sebebini doğrulamak için yürüyorum kapıya. Kapının eşiğindeki görünmeyen sınırlar zorluyor beni. Bu yüzden mi kimse girmiyor içeri? Dışarıda kurguladığımız hayatlarımıza, denk düşmüyor içerideki hakikat.

Adımlarım taşıyor beni hüznümün kaynağına. İçerisi ne çok şey anlatır dinleyicisine: Divanın üzerine yatırılmış. Başının altına çiçek desenli yastığını koymuşlar. Üzerinde ince bir çarşaf. Kırmızı renkli kazağı var üstünde. Saçları dağınık. Yeni kestirmiş olmalı, uzundu daha önceki görüşümde. Susuyorum. Ellerine değil, omuzlarına, ayak parmaklarına değil; yüzüne bakınca çarpıyorum ölüme. Aşinası olduğum gülümsemeyi beklerken; soğuk, mimiksiz ve kendinden bile habersiz bir kadavra karşılıyor beni. Bildiğim her şey yıkılıyor içimde. Yarına dair kurgularım, önemsediklerim, kırgınlıklarım yıkılıyor birer birer. Yeni alıp da üzerimde taşıdığım kıyafet mutlu etmiyor beni. Eskiyle-yeni, acıyla-ekşi, güzelle-çirkin, küsle-barış, itibarlıyla-itibarsız, vs. aynılaşıyor gözümde. Dışarıdaki illüzyonlarım yıkılıyor bu hakikatin içinde. Ayrılıklar canımı acıtıyor; içimde pişmanlıklar. Ya sesini unutursam!

Ve sonra sen. Hüznümde konaklarken ben, yüzün düşüyor gözlerime. Köşeye oturmuşsun, yüzünün kıvrımlarına yeni çizgiler ekliyorsun. Gözyaşlarında mühürlemişsin matemini. Sabırlar ekiyorsun yasının her bir kıvrımına. Yüzün acı, yüzün ızdırap, yüzün kardeş, yüzün anne, yüzün evlat, yüzün teyze. Her birimizin hüznünü sırtına yüklenmişsin. Şimdi çok çarpanlı hüzünler sarıyor ruhumu. “Hayat senin gibi nazımı çekmiyor anne.” diye söylendiğim günlerin ardından; bütün nazlarınla, hüzünlerinle, suskunluğunu katık ettiğin bu acınla; tenhalarıma biriktirdiğim mutluluklara saklamak istiyorum seni. Hüznün bu koyu renginden, ağıtların uğultusundan koparıp içimin baharına taşımak istiyorum seni. Hüznümü unuttum hüznünde. Senin için sevinçler inşa ediyorum içimde. Ah sana sunabilsem! Ne olur üzülmeyesin.

Gözlerine bakmaya korkuyorum. Acımı acına katarım diye. Ellerini tutuyorum, “Ben iyiyim.” diyorsun. Rahatlıyorum.

Kalbim uzanıyor en uçsuzlara, en uçsuzlar kadar hüzünler düşüyor payıma. Sayıların kudretinden uzak hüzünler. Fenâ ile özneleşmiş varlıklar dokunuyor yüreğime ve her dokunuş firaka döndürüyor yarınımı. Coğrafyaları sığdırırken düşlerime, sızılar ekleniyor peşi sıra. Sevdiklerim kadar çoğalıyor hüznüm. Merhametim kadar.

Sonsuzluğa ayarlanmış kalbim, faniliğin geri sayımında sıkışmış. Tutunuyorum şimdi, hüznümü huzura, tevekküle ,dinginliğe çevirene. Kendine fenâ dokunmayana, mülkün sahibi olana, mülkünde hikmetiyle tasarruf edene.

Gözlerime bak. Okuyabiliyor musun? Müjdeler var sabırla kuşanılmış hüzünlere. Sal hüznünü oraya. Çok çarpanlı paylaşımlar yapalım şimdi.
d.d.

web page counters